27 Ekim 2009 Salı

Din, insanların kendini avutma çabasıdır.

Kur'an ve Din (İslamiyet Gerçeği I) - Erdoğan AYDIN




Dinsel evrim, yani ilahi dinler de dahil olmak üzere tüm inançların zamanla geçirdiği morfolojik değişim, kitabın temel dayanak noktalarından birisini oluşturuyor. Tüm inanç biçimleri, insanlık tarihinin belli bir olgunluk düzeyine ulaşmasıyla ortaya çıkıyor. Yani insan bilincinin, zamanla pek çok şeyi algılayabilecek ve ona neden arayabilecek duruma gelmesi, insanları bir arayışa sürüklüyor. Bu arayış sonrasında, örneğin "Neden gök gürlüyor?", "Neden fırtınalar kopuyor?", "Neden yağmur yağıyor, neden deprem oluyor?" gibi sorular insanların kafasını kurcalamaya başlıyor. O zamanın ilkel insanları bu sorulara cevap üretebilecek kadar gelişkin olmadıkları için, tüm bu doğa olaylarını "doğaüstü bir gücün" ürettiğini zannediyorlar. Bunun neticesinde tanrı fikri doğuyor.

Tanrısız geçirilen yüz binlerce yıldan sonra, büyücülük, totemcilik ve ruhçuluk, çoktanrıcılık şeklinde, basitten karmaşığa doğru gelişen bir süreci takiben, tek tanrıya varılabildiği gerçeği ile karşı karşıyayız.

Peki tanrı ortaya çıkıp ilahi dinleri takdim etmek için neden yüz binlerce yıl bekledi? Öyle ki, ilahi dinlerin varlık gösterdiği üç bin yıllık dönemin bin yıldan fazlasında tek tanrıcılık çok küçük bir topluluğa hitap etmiştir. Yahudilik bilindiği üzere pek yaygınlaşmamış, dar bir kapsamda kendini muhafaza etme yolunu seçmiştir. Yahudiliğe muhalif bir anlayış olarak yine İbrani kavmi içerisinde doğan Hıristiyanlık ise, ortaya çıkışından yaklaşık 325 yıl sonra Roma İmparatorluğu tarafından resmi din kabul edilene kadar yer altında (underground) varlık göstermek durumunda kalmıştır.

Görüldüğü gibi tektanrılı dinlerin dünyadaki etkinliğinin tarihi 1600 yıldan ibarettir. Bundan önce tek tanrının, yarattığı varsayılan insanlık üzerinde yaygın bir etkisi bulunmamakta, insanlığın yaygın bilinci onu tanımamaktadır. (sayfa: 39)
Hal böyle olunca, tek tanrılı dinlerin niçin tarihin belli bir evresinde ortaya çıkmış olabileceğini düşündüm. Daha önceleri birbirinden kopuk ufak topluluklar halinde yaşayan insanların, tarihsel süreç içerisinde devletleşmeleri, büyük alanlarda bir arada yaşamaya başlamaları gibi nedenler, onları yerel inançlardan genel inançlara sürüklemiş olabilir. Yani büyücülük, totem, çoktanrıcılık... gibi inançlar, büyük devletlerin halkı bir arada tutabilmelerine engel teşkil ediyor olabilir. Bu da çok normaldir, zira Ahmet'in inandığı puta Mehmet inanmıyorsa ve başka bir putu kendisine tanrı olarak seçiyorsa, orada birlikten (tevhid) bahsetmek çok güç olacaktır. "Birlik" duygusu olamayan bir halkın, devlet açısından ne büyük sorunlar teşkil ettiğini de hepimiz gayet iyi biliriz. Din, hiç kuşku yok ki, büyük halk kitlelerini bir arada tutabilen ve ortak bir amaç uğruna sorgusuz sualsiz koşullandırabilen en önemli toplumsal kurumdur. Dinin bu özelliği, onun geçirdiği biçimsel değişiklikleri biraz olsun açıklıyor sanki... İnsanları çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa sürükleyen rüzgar, sanırım güç ve iktidar ilişkilerinden doğuyordu!

Neyse, sonuç olarak insanlık belli bir gelişkinlik seviyesine ulaştığı anda tek tanrılı dinlerin varlığını kabul etti. Bu kabulün gerçekleşmesinde, hem fikriyatta hem de maddiyatta (maddiyattan kasıt, iktisadi ve siyasi şartların değişimidir) meydana gelen gelişimler etkili oldu.

Her şeyden önce şunu sormamız gerekir: Din, neye hizmet ediyor? Sınıflı toplum düzeninin korunmasına mı? Toplumu koşulsuz itaate sürüklemeye mi? Toplumdaki servet eşitsizliğini meşru göstermeye mi? "Kader", "şükür", "tevekkül" gibi kavramlarıyla toplumu edilgen kılmaya mı? İnsanların ruhsal tatminine mi? Kitap bu sorunları Kuran temelinde ele alıyor. O halde ben de kitapla aynı seyirde devam edeceğim.

Kuran'ın tanrısı, nedendir bilinmez, köleci toplum düzenini yok etmek adına hiçbir çaba sarf etmez. Aksine köleciliği teşvik eden ayetler indirir. İndirdiği birçok ayette "köle" lafını kullanmasına karşın, bir tanesinde bile "kölelerinizi serbest bırakın, kölecilikten vazgeçin" gibi laflar etmez. Tarih bilimi, çok net bir şekilde 7. yüzyıl Arap coğrafyasında köleciliğin oldukça etkili olduğunu söylüyor. Kuran'da da köleciliği meşrulaştıran bir anlayış olduğunu görünce, dünyayı daha müreffeh bir yer haline getirmeye çalışan(?) Allah'ın, aslında bunun için en ufak bir çaba harcamadığı sonucuna varıyoruz. Ayrıca indirilen ayetlerin var olan toplumsal düzeni değiştirmek yerine, bu düzeni körüklemesi de ayrı bir tuhaflık. Üstüne üstlük toplumdaki servet eşitsizliklerini "sadaka" ve "zekat" gibi şeylerle meşrulaştırmaya çalışması da ayrı bir ilginçlik! Bu eşitsizliği kökünden yok etmek varken, yoksullara "sus payı" vererek sınıflı toplumu normalleştiriyor olması gerçekten garip.

Hıristiyanlıktan sonra tüm insanlığa hitap ettiği iddiasıyla indirilen Kuran'ın, aslında egemen sınıflara ve yalnızca Arap toplumuna hitap ettiğini görebilmek için müneccim olmak gerekmiyor. Açıkçası eleştirel bir gözle bakabilen her Kuran okurunun görebileceği birtakım çarpıklıklar ve mantıksızlıklar, bu gerçeği gözler önüne sermeye yetiyor. Örneğin Tebbet Suresi'nin tamamının Ebu Leheb adındaki Mekke egemenlerinden birine hitap ediyor olması tuhaf değil midir? Yani tüm zamanlara ve tüm insanlığa indirildiği söylenen bir kitapta, Ebu Leheb denen bir Arap'ın sure bazında 1/114 oranında yer kaplaması tuhaf değil midir? Üşenmedim, bu surenin tefsirine de baktım ancak yine doyurucu bir açıklamayla karşılaşmadım. Yani bugünün insanı için, "Ebu Leheb'in ellerinin kuruduğu" bilgisi ne ifade edebilir? Kuran gibi "yol gösterici, rehber" olduğu iddia edilen bir kitapta, bu tarz bir bilginin ne gibi bir yol göstericiliği olabilir?

Buna benzer olarak, Ahzâb Suresi'nin 53. ayetinde de şöyle deniyor:

Ey imân edenler! Peygamberin evlerine, yemeğe izin verilmeksizin, vaktine de bakılmaksızın girmeyin. Ancak davet edildiğinizde girin, yemek yediğinizden hemen sonra dağılın. Söz ve sohbette bulunmak için de izinsiz girmeyin. Şüphesiz ki bu gibi davranışlarınız Peygamberi üzüyor, sizden utanıp bir şey de demiyor. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez. Peygamberin eşlerinden işe yarar bir şey sormak istediğiniz zaman perde arkasından kendilerinden sorun ; bu ölçüde hareket etmeniz hem sizin kalbleriniz, hem onların kalbleri için daha temiz, daha nezihtir. Allah'ın Peygamberini incitmeniz ve kendisinden sonra O'nun eşleriyle evlenmeniz size asla helâl değildir. Böyle bir şey yapmanız Allah yanında çok büyük (bir günah)tır.

Böyle bir ayeti okuduktan sonra, "Kuran Allah'ın insanlığa sunduğu rehberdir" diyebilmek mümkün müdür? Açıkçası ben bu ayeti okuduktan sonra; evine ikide birde misafir gelmesinden pek hoşlanmayan Muhammed'in, misafirleri evinden uzak tutmak için kafasına göre bir ayet uydurduğunu düşünebiliyorum sadece. Hatta kendisi öldükten sonra karılarının başka erkeklerle birlikte olmasını engellemek için birtakım önlemler almaya çalıştığını görebiliyorum! Yoksa bu ayetin, insanlığın genel gidişatıyla ve bugünün dünyasıyla hiçbir ilgisi olmadığı ayan beyan ortadadır. Bu ayet, insanlığın hiçbir dönemine hiçbir şekilde hitap etmemektedir. Yalnızca Muhammed döneminde yaşayan insanlara hitap eden bu ayetin, "tüm zamanlara ve tüm insanlığa" hitap ettiği söylenen Kuran'da yer alması oldukça tuhaftır.

Ayetler üzerinden gidersek, örneğin Fetih Suresi'nin 7. ayetine göre "Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah çok güçlüdür, çok üstündür ve yegâne hikmet sahibidir." Fakat bugün dünyadaki hakim güçlere baktığımızda İslam orduları değil de, "kâfir" devletlerin ordularının hakim olduğunu görüyoruz. Tanrı hem böyle bir ayet indirip, hem de gereğini yapamıyor mu? Yoksa bu ayet, o günün şartlarına binaen Muhammed tarafından uydurulmuş bir ayet miydi? Şuara Suresi'nin 4. ayetine bakalım bir de: "Biz dilesek, onların üzerine gökten bir mucize indiririz de, ona boyunları eğilip kalır" deniyor. Peki ama bu mucizeleri gören, tanık olan var mıdır? Tanrı mucize olarak sadece peygamber indirmekle yetiniyor. Üstelik peygamberlerinin de karşısına bir sürü zorluk çıkartarak (savaşlar, inkarcılar, vs...) kendi dininin yayılmasını geciktiriyor. Böyle bir anlayış olabilir mi?

Hiç kuşku yok ki, ayet bazında incelersek Kuran'da buna benzer birçok mantık dışı, ilahi tasavvura sığmayan ayet bulunabilir. Örneğin A'raf-179'da kalbin "düşünme organı" olarak lanse edilmesi, ilahi bir varlığın değil de olsa olsa bir 7. yüzyıl insanının görüşü olabilir. Veya En'am Suresi'nin 159. ayetinde "Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişiğin olamaz. Onların işi Allah'a kalmıştır, yaptıklarını onlara sonra bildirecektir" diyen bir tanrının, İslam'ın da ilerde mezheplere ayrılacağını öngörememesi şaşırtıcıdır! Hadid-22'de "Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, Kitap'da bulunmasın. Doğrusu bu Allah'a kolaydır" denir. Peki bunu diyen tanrı, En'am-159'da bahsedilen mezhep ayrılıklarını önleyememesi tuhaf değil midir?

Zuhruf-32'de "Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır" diyerek toplumsal eşitsizliği kendi elleriyle yaratan, keza Şura-49 ve Şura-50'de de insanlar arasındaki eşitsizliği tamamen keyfi biçimde meşrulaştıran anlayışa ne demeli?

Benim ilahi tahayyülüm, niyeyse toplumsal eşitsizlikleri açıkça destekleyen, cinsiyetçi (zira Kuran'daki dil erkek-egemen bir dildir), kadını erkekten aşağı gören, "ol" dediğim şey olur diyip, hiçbir şeyi olduramayan, kullarına sürekli beddua eden (Bkz. Buruc-4, Kıyame-34, Abese-17, Maide-64, vs...), kendini inandırıcı kılabilmek için sürekli "andolsun" diye yemin eden, kullarına sürekli öfkelenen, onlara tuzaklar kuran (bkz. Âli İmrân-54), kullarından öc alan (bkz. Zuhruf-55) bir tanrı fikrini kabul edemiyor!

Her neyse, Kuran'da bu tip surelerin yer almasını tuhaf karşılamamak gerek. Çünkü Erdoğan Aydın'ın aktardığına göre Kuran tahrif edilmiş bir kitaptır. Zaten Muhammed hayattayken yazıya geçirilip derlenmemiş bir kitabın, Muhammed'in ölümünden sonra olduğu gibi yazıya geçirilip hiçbir tahrifata kurban gitmeden derlenebilmesi oldukça güçtür.

Tahrifat dedim de, şunu da belirtmeden edemeyeceğim. Biliyorsunuz ki Kuran, Muhammed'in ölümünden sonra derlenip kitaplaştırıldı. Yani Muhammed'e ayetler inerken ortada herhangi bir kitap yoktu. Buna karşın Kuran'daki birçok ayette bir "kitaptan" bahsedilir. Yani henüz derlenip kitaplaştırılmamış birtakım ayetler, "kitap" olarak sunulur. Örneğin Ra'd-1'e ve Mü'min-3'e bakacak olursak, anlatmaya çalıştığım şeyi somut bir biçimde görebiliriz. Buna benzer birçok ayette, sadece Kuran hafızlarının zihinlerinde yer alan ayetlerden "kitap" diye bahsedildiğini çok rahat görebiliyoruz. Bu da, Kuran'ın sonradan kitaplaştırılırken tahrif edildiğine çok net bir kanıt teşkil ediyor.

Düşünün ki, bir peygamber ortaya çıkıyor ve kendisine ayetler indirildiğini söylüyor. Fakat nedense bu ayetleri kendi zamanında yazıya geçirmiyor. Etrafındaki insanlara ezberletip, bu şekilde korumaya çalışıyor. Sonra kendisi öldükten sonra Ömer diye biri çıkıp, ezberler arasından seçim yapıyor ve Kuran'ın ilk nüshası olan Mushaf-ı Şerif'i oluşturuyor. Fakat bu nüsha üzerinde herkes ittifak etmiyor, fikir ayrılığına düşülüyor. Hatta aynı dönemde bazı Kuran hafızları, bariz farklılıklar içeren farklı Kuran'lar kaleme alıyorlar. Ömer'in 12 yıllık iktidarı boyunca meydana gelen bunca çelişkiden sonra Osman ortaya çıkıyor ve yeni bir Kuran oluşturmaya kalkışıyor. Gerisini aynen kitaptan aktarıyorum:

Osman, eldeki Kur'an nüshalarından Zeyd ibn Sabit'in, Ubeyd b. Kab'ın, Abdullah b. Mes'ut'un, Ebu Musa Abdullah'ın ve Miktad b. Amr'ın nüshalarını güvenilir kabul ederek, bunlar temelinde resmi Kur'an'ı oluşturmak için bir kurul oluşturur. Dikkat edilirse burada birbirinden farklı "Kur'an'lar" olması bir yana, Ömer'in toplayıp kızı ve Peygamber karısı Hafsa'ya emanet ettiği Kur'an, söz konusu Kurul'a temel alınmamıştır. Kurul, toplanan bu nüshaları harmanlayacak, birbirini tutmayan ayetler arasında seçim yapacak ve sonuçta yeni bir resmi Kur'an oluşturacaktır. Asıl önemlisi çelişkili tüm parçalar, geriye tartışma konusu belge kalmasın diye yakılıp yok edilecektir.(*) (sayfa: 111)

* Bu noktada Osman'ın en doğru seçimi yaptığı, dolayısıyla elimizdeki Kur'an'ın kuşku götürmez olduğu iddiası, bilimsel ölçütlerden uzak bir niyet ifadesi olabilir. En azından diğer Kur'anlar ve belgeler imha edildiği için bilimsel anlamda bir değerlendirme yapmak olanaksızdır. Ancak suiistimallerle dolu bir dönemin halifesi olan Osman'ın, bizzat Müslüman halkın ayaklanmasıyla devrilip, Ebu Bekir'in oğlu Muhammed tarafından öldürüldüğü, hatta Müslüman mezarlığına gömülmesinin bile engellendiği anımsanacak olursa, ortada ciddi bir sorun olduğu açıktır. (Osman dönemine ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz., E. Aydın, Öteki Tarih, 5. Bölüm).
Kuran'ın böyle bir oluşum süreci yaşadığı düşünülürse hiç zarar görmeden tasnif edilebilmiş olması en ufak bir ihtimal dahilinde bile olamaz. Her şeyden önce, görüldüğü gibi Kuran hafızları arasından "seçme" yapılıyor. Seçilen hafızların ezberleri dikkate alınıyor.. Peki ya geri kalanlar? Kaldı ki seçilen hafızların, ayetleri doğru hatırladıklarına da asla emin olamayız.

Kuran'daki kurgusal kopuklukların, olay örgüsü olmayışının, çelişkili ifadelerin, matematik hatasının ve daha birçok mantık hatasının sebebi, bu derleniş biçimi olabilir.

Ayrıca, İncil'in İznik Konsülü adlı bir kurul tarafından tartışılıp 4 ana kitap altında derlenmesi ile Kuran'ın derlenmesi arasındaki benzerliğe de dikkatinizi çekerim. Burada İncil savunuculuğu yaptığım zannedilmesin, bilakis ikisinin de ne denli tanrısallıktan uzak olduğunu göstermeye çalışıyorum. Öyle ki tanrı Kuran'da "Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız. (Hicr-9)" demesine karşın, bundan önce indirmiş olduğu İncil'i, Tevrat'ı ve Zebur'u koruyamamıştır. Madem kutsal kitaplar insanüstü bir güç tarafından korunacaklardı; neden korunmadılar?

Kitap, akıllarda birçok cevapsız soru oluşturup insanı dipsiz kuyulara sürükleyebiliyor. O yüzden bu kitabı okumadan önce dindar kimliğinizi bir kenara koyup, tamamen eleştirel gözle konuya odaklanabilmelisiniz. Yoksa -en iyi ihtimalle- birkaç sayfa okuduktan sonra kitabı bir kenara fırlatıp, "Tövbe tövbe" diye söylenmeye başlarsınız!

Ayetleri ve çelişkileri bir kenara bırakıp düşünürsek,

Bugüne dek varlık gösteren tüm ilahi(?) dinlerin, Ortadoğu'ya inmiş olması tuhaf değil midir? Tüm dinlerin aynı coğrafyada ortaya çıkması ve benzer söylencelerden bahsetmesi (örneğin: Nuh Tufanı) dindar kesim tarafından nasıl açıklanıyor?
Kuran'ın ve diğer kutsal kitapların coğrafi anlamda da sadece Ortadoğu civarından bahsediyor olmaları ve 15. yüzyılda keşfedilen Amerika kıtasından veya 18. yüzyılda keşfedilen Avusturalya kıtasından bihaber olmaları tuhaf değil midir? Buralarda yaşayan insanların, imandan yoksul bırakılmaları ve Kuran'da hiç anılmamalarının sebebi nedir?
Her şeye gücü yeten ve her zaman Müslümanların yanında olacağını söyleyen tanrının, bugünkü İslam dünyasının durumundan haberi yok mudur? Tüm İslam ülkeleri sefalet, sömürgecilerin baskısı, yoğun savaş ve tehditler altında yaşadıklarını gördüğü halde, niçin onlara yardım eli uzatmaz? Diğer dinlere mensup insanları "kahredeceğini" söyleyen tanrı, neden herhangi bir müdahalede bulunmaz?
Muhammed döneminin, yani 7. yüzyıl Arap coğrafyasının sürekli değişen iktisadi ve siyasi gereksinimleri ışığında oluşturulduğu anlaşılan Kuran'ın, Muhammed'in özel hayatını dahi yansıtması ne derece kabul edilebilir bir şeydir? Buna karşın daha barışçıl, daha insanca bir hayat önermek yerine şiddeti önermesi, eşitsizliği önermesi, köleciliği meşrulaştırması, kadını küçümseyip pasifize etmesi ne derece doğrudur? Tanrı bu dünyayı güzelleştirmek mi istiyor, yoksa bu dünyadaki halkları birbirine düşürüp mahvetmek mi istiyor?
Koskoca tanrının matematik hatası içeren bir ayet indirmesi normal midir? (Bkz. Nisa-11)

Bu sorular elbette çoğaltılabilir. Din alimlerinin bu sorulara cevaben yazdıkları birçok eser de bulunabilir. Fakat bugüne dek okuduğum hiçbir yanıt, beni tatmin edemedi. Örneğin Kuran'daki matematik hatasına çözüm olarak önerilen Avl (Avliye) denilen bir yöntem ortaya atılıyor. Fakat bu çözüm, tanrı kelamı olduğu söylenilen Kuran'ın, insan zekasıyla düzeltilmesi çabasından başka bir şey değil! Üstelik önerilen çözüm yöntemi, matematiksel oranları değiştirip ayeti iyice bozuyor.

Din, çok çetrefilli bir konudur. İnsan din üzerine okuma yaptıkça, dinden soğuyor! O yüzden bu kitabı okumadan evvel iyice düşünmenizi öneririm. İman dolu hayatınızla mutluysanız, hiç okumayın daha iyi.

Tıpkı Dr. Ali Şeriati'nin dediği gibi, bu kitap da adeta "Sizi rahatsız etmeye geldim" diyor.

Bu kitap, 4 ciltlik "İslamiyet Gerçeği" adlı serinin ilk kitabı. Diğer üç kitabı da en kısa zamanda okuyup burdan sizlere aktarmayı planlıyorum. Kitabın "Kırmızı Yayınları"ndan çıkıyor oluşu da okur için önemli bir güvence olmalıdır. Zira Kırmızı Yayınları, kaliteli yayın çizgisiyle ve yayımladığı sosyolojik içerikli kitaplarla tanınan bir yayınevidir.

Yine kitaptan alıntılayacağım son bir cümleyle yazımı sonlandırıyorum:

Şu gerçeğe dikkat çekmekte yarar var: Dinler özgür düşünceyi, farklı olma hakkını, özellikle de kendilerine yönelik çözümleme ve eleştiriyi hep bastırarak bugünlere gelmiştir. (sayfa: 33)

Bizler eleştirmekten, sorgulamaktan, üzerine üzerine gitmekten korkmayalım! Din şayet bizim hayatımıza hükmeden en önemli toplumsal kurum ise, biz o kurumu tamamen hazmetmeden taklidi bir imanla günlerimizi geçirmeyelim! Öncelikle Kuran'ı, sonra da Kuran üzerine yazılmış eleştiri kitaplarını okuyalım. Ancak bu şekilde Kuran'ı en iyi şekilde anlayabilir ve özümseyebiliriz. Daha sonra yazılan şeylere inanmak veya inanmamak, kişinin kendi tasarrufudur tabii.

Herkese iyi okumalar!

http://okunmuskitaplar.blogspot.com/2009/07/kuran-ve-din-islamiyet-gercegi-i.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder